İdea Yayınevi / Adlar
site haritası  
 
 
Kierkegaard
William Sahakian

Kierkegaard’ın (1813-1855) felsefesinin özü yaşam deneyiminin üç evresi olduğu yolundaki öğretisinde görülebilir: (1) estetik, (2) törel ve (3) dinsel evreler. Bunlar yaşama karşı üç tutumu, üç yaşam felsefesini temsil ederler. Kimimiz bir evreden ötekine ilerlerken, başkaları ise hiçbir zaman ilk evreden öteye geçemezler. Kierkegaard kimi zaman ikinci ve üçüncü evreleri birleştirerek onlardan dinsel-törel evre olarak söz etti. Üçüncü evre öteki iki evreden daha yüksektir. Tümü de insanın esenliğe ulaşma, henüz erişilebilirken doyumu ya da yaşamın en büyük iyiliğini kazanma çabalarını yansıtırlar. Kierkegaard bu üç evreyi yazılarının bir bölümünde tartıştı, ama en ünlü çalışmasını, Ya—Ya da’yı ilk iki evrenin ayrıntılı bir çözümlemesine ayırdı.

Evre Bir: Estetik Evre. Yaşam deneyiminin ilk evresinde, estetik evrede, birey ya haz ya da romans peşinde koşan bir Hazcı, ya da başlıca soyut felsefi kurgu ile ilgilenen bir aydın olabilir. Her iki estetik tip te kendilerini belirleyici eyleme verme yeteneksizliklerinde benzerdir. Herhangi bir belirli törel hedefe erişme söz konusu olduğu ölçüde ikisi de üstenimsiz ya da en iyisinden ancak belli bir düzeyde üstenimli kalır.

Soyut aydının tipik örneği kurgular ya da kuramlar üreten, felsefi bir dizge formüle eden, ama gerçek olaylar alanından uzakta kafasındaki fildişi kulelerde, varoluştan bütünüyle yoksun olan ve arı soyutlamalardan ya da evrensellerden oluşan kuramsal dünyasında saklanan Hegelci Ussalcıdır. Soyut aydın yalnızca dünyayı uzak ve nesnel bir yolda gözlemekle yetinip hiçbir zaman ona katılmaz. Dünyaya sanki tarih sona ermiş gibi davranarak üzerine somut değil ama soyut olarak düşünür. Hegelcilik, Kierkegaardcı felsefe ile karşılaştırıldığında, düşünürü olmayan bir düşünce gibidir.

Estetik kişinin Hazcı tipi gelecek için kaygılanmaksızın dolaysız hazlar arayışı içindedir. Yalnızca o kıpı için yaşayarak, isteğin erotik karşılanışında doyum arar. Romansı ve tensel doyumu kabul eder, ama kendini evlilik sevgisine ya da evliliğe bağlamayacaktır, çünkü bunlar Hazcının ürktüğü sorumlulukları, ödevleri ve ilişkileri temsil ederler. Sevdiği kadına sanki o varolan bir kişi ve bireysel bir insan değilmiş ama yalnızca hazzının kişisel-olmayan bir kaynağı imiş gibi davranır, törel üstenimin yükünden kaçar. Gelecek için kaygı duymaksızın o kıpıyı yaşar; bu nedenle yaşamı bütünlük ve süreklilikten yoksundur.

Modern varoluştan ilk yakınanların öncülerinden olan Kierkegaard’a göre Tanrılar insanları can sıkıntısından yaratmışlardı. Hile anlaşıldığına göre, varoluşun bundan böyle beş paralık değeri yoktu. Değer Tanrılardan gelirse değerdi, ve insanın kendinde hiçbir değeri yoktu.

Kierkegaard estetik yaşam kipinin boşa çıktığını, çünkü bireyin can sıkıntısının pençelerine yakalandığını ve onun tarafından güdüldüğünü belirtti. Can sıkıntısı dünyaya insanın yaratılışıyla girmiştir; ve tanrılar insanı can sıkıntısından yaratmışlardır. Nüfusun artışıyla dünya en masse sıkılır olmuştur. Estetik bireyin yaşam yolu, ya haz ya da anlıksal etkinlik üzerinde yoğunlaşarak, can sıkıntısında sonuçlanır. Sıkıntı iki biçim alır, birey ya o kıpıda içine girmiş olduğu etkinlikten sıkılır, ya da kendisinden. İkinci sıkıntı biçimi, daha gerçek bir sıkıntı tipi olarak, yaşamı anlamından yoksun bırakan anlatılmaz bir boşluktur. Can sıkıntısının boşluğu insanı kendi varoluşundan bütünüyle hoşnutsuz bırakan ve yokluğun dipsizliğine getiren açıklanamaz, bilmecemsi bir tinsel rahatsızlıktır. Estetik birey oyalanmalar yaratarak bezginliğini gizlemeye çalışr, melankolik karamsarlıkları örtecek hazlara girişir. Hazza sığınış derinleştikçe, can sıkıntısının ve umutsuzluğun ağırlığı dayanılmaz olur. Neron bu hazzı oyalayıcı bir taktik olarak kullanma yolunun örneğini verdi. Onu bezginliklerden kurtaracak geçici hazları yaratmak için boş yere haz bakanları görevlendirdikten sonra, kendini Roma’yı yakma noktasına dek sürükleyecek aşırı sıkıntı ve umutsuzluğa düştü. Neron’da insanlığın evrensel talihsizliğini görürüz. Gerçek benliği bulmak için seçmenin olgusallığını karşımıza almalıyız; yaşamın bir ‘Ya—Ya da’ kararı olduğunu bilinçli olarak anlamalıyız. Varolmak demek seçimler yapmak, kendini eyleme vermek, yaşamın kaygılarına girmek demektir, ama estetik birey soyutlama alanına çekilerek varoluştan kaçar, ve Hazcı törel olarak ilgisizleşerek ‘Ya—Ya da’ kararını geçiştirir.

Böylece, estetik yaşam umutsuzluk, boşluk duygusunda ya da boş vermede sonlanır. Estetik birey kendi yaşam yolundan, e.d. esenliğini ister tensel haz isterse soyut düşünce (felsefe) olsun kendi dışındaki birşeyde aramaktan ayrılmalıdır. Gerçek benlik dışsal şeylerde değil, ama içerde, tutku, özgürlük, karar ve üstenimde, eş deyişle, öznellikte bulunur. Umutsuzluk, bir tür öznellik olarak, gerçek ‘benliğe’ doğru ilerlememize yardım eder. Umutsuzluğu önemseyerek ya da onu seçerek, ‘kendi’ kararsızlıktan karara, yükümlülükten kaçınmaktan kararlı bir üstenime ilerler; ruh soyutlamadan varoluşa, estetik evreden törel evreye sıçrama yapar.

Evre İki: Törel Evre. Estetik evrenin boşluk, anlamsızlık ve umutsuzluğu bireyi törel evreye ilerlemeye itmelidir. Bu evre bir karar ve kararlı üstenim evresidir. Bu seçme ediminde, gerçek ‘benlik’ ya da asıllık bulunur, çünkü karar ve üstenim yoluyla ‘kendi’ estetik yaşamın (üstenimden yoksun haz ve soyut düşüncenin) dolaysızlıklarından kurtulur ve bir birlik olarak bütünleşir.

‘Kendi’nin bütünlük ve birliğini bulmasını sağlayan karar, conditio sine qua non, bir ayrımsamadır. Gerçek seçimler içsellik ile, tutku, gerilim ve duygu ile yapılır. Kierkegaard ölümle yüz yüze olan bir insanın her zaman doğru seçimi yapacağını ileri sürer. Ölümün önceden bilinmesi bir bireyin nasıl yaşadığını önemli bir soruna çevirir. Sanki her gün bizim için sonuncuymuş gibi yaşamalıyız. Gerçekten önemli olan şey neyin seçildiği değil ama bu seçimin yapılış yoludur. İçe-doğruluk tutkusu doğru seçimin ölçütüdür ve bir seçimin yapılması için yolu hazırlar. Seçimin içselliği kendinin-bilgisini, kendini-üstenmeyi, asıllığa ve ‘benliğe’ erişmeyi getirir. Sokratik ‘Kendini bil’ buyruğu ‘Kendini seç’ buyruğuna çevrilmelidir. ‘Kendi’yi seçmedeki bu içe-doğruluk yoluyla, tamamlanmış bir bütünlük ile gerçek bir benlik bulunur.

Bütünleşmiş kişilik kendi birlik bağını anıda ve umutta bulurken, mutsuz bilinç ise geçmiş ve gelecekten yabancılaşır. Geçmişten yabancılaşma bellekte bir kopuşu belirtir, ve gelecekten yabancılaşma umutsuzluğu yansıtır. Gelecek için umut anı yitişi ile, eş deyişle, yabancılaşmış bilinç ile yitmiştir. Karar, üstenim ve yükümlülük kıpısında ‘kendi,’ geçmişi gelecekle birleştirerek, tamamlanmış bir bütün olarak kendi bütünlüğünü kurar.

Evre Üç: Dinsel Evre. Belirtmiştik ki her evre bir insanın özlem duyduğu değerler tarafından nitelendirilir; estetik evre Hazcı düşkünlük tarafından karakterize edilirken, törel evre ödeve saygı tarafından ve üçüncü evre ise Tanrıya boyuneğme ve bağlılık tarafından karakterize edilir. Dinsel yaşamın içe-doğruluğunun başlıca ayırdedici özelliği acı çekme ve inançtır. Yaşam yolundaki evreler benliği kazanmadaki evrelerdir; buna göre, benlik verili bir insan doğası olmaktan çok elde edilmesi gereken birşeydir. Birey benlik kazanmadan önce varolmak zorunda olduğu için, varoluş insanlığa önseldir; ya da, Sartre’ın düşünceyi daha sonra anlattığı gibi, varoluş öze önseldir.

Dinsel yaşamdadır ki üstenim bir doruğa ulaşır ve öteki iki evre en yüksek noktalarına çıkar. Tıpkı umutsuzluk içindeki bir kişinin estetik evreden törel evreye ilerlemesi gibi, şimdi de yabancılaşmış kişi törel evreden dinsel evreye ilerler. Dinsel evrede, en yüksek yeğinlik ya da öznellik derecesi acının içe-doğruluğunda bulunur (Job’unkine benzetilebilir).

Ölümüne Hastalık’ta Kierkegaard inancın karşıtının günah olduğunu, ve umutsuzluğun günah olduğunu yazdı. ‘‘Günah şudur: Tanrı önünde, ya da Tanrı kavrayışı ile, kendi olmayı istememekten umutsuzluk içinde olmak, ya da kendi olmayı istemekten umutsuzluk içinde olmak. Böylece günah güçlendirilmiş zayıflık ya da güçlendirilmiş meydan okumadır: günah umutsuzluğun güçlendirilmesidir.’’ İnanç ‘kendi’nin kendisini kendi kendisi ile ilişkilendirme edimi tarafından, kendisi olma (asıllık) ve Tanrı önünde saydam olarak durma (dürüstlük) isteği tarafından gösterilir. ‘Kendi’nin bilinci belirleyici ölçüttür, çünkü ne denli ‘kendi’nin bilinci varsa o denli istencin bilinci ve ne denli istencin bilinci varsa o denli ‘kendi’nin bilinci vardır. İstençsiz bir insan ‘kendi’siz bir insandır.

Umutsuzluk kendi olmaya isteksizliktir; Hıristiyan umutsuzluk ‘‘ölümüne hastalık’’tır, çünkü ölme isteği umutsuzluğun sonucudur, üstelik ölümde ‘kendi’den kurtulmanın olanaksızlığına karşın (Hıristiyan ölümsüzlük öğretisine bağlı olarak). İyiden uzaklaşmak günahtır; günahtan doğan umutsuzluk ancak iyiden daha öte bir uzaklaşmayı oluşturur. İnanç yoluyladır ki günah ve umutsuzluk yenilir; e.d. ‘‘kendini kendi kendisi ile ilişkilendirerek ve kendi olmayı isteyerek, ‘kendi’ onu oluşturmuş olan Güçte saydam olarak temellenir.’’

Enson esenliğe dinsel alanda ‘‘Saltık Paradoks’’ yoluyla, aşkın bengi Tanrının dünyanın zamansal alanında görünüşü ve böylelikle İsa aracılığıyla esenliği olanaklı kılması yoluyla ulaşılır. İsa, Saltık Paradoks, bengiliği zamanda, bengi Tanrıyı zamansal Tanrıda açığa serer, ve insanı günah-bilinçli kılarak onu günahı yenen kararlı üstenim olarak inanca çağırır. Kierkegaard Felsefi Parçalar’ını şu ahlaksal ilke ile sonlandırdı: ‘‘Burada yeni bir örgen kabul etmiş oluyoruz: İnanç; yeni bir önerme: Günah bilinci; yeni bir karar: Kıpı; ve yeni bir Öğretmen: Zamandaki Tanrı.’’

Kierkegaard’ın Varoluşçuluğu. Kierkegaard’ın felsefesi temel olarak Hegelciliğin doğrudan karşısavıdır. Hegel vurguyu kurgul düşünce üzerine getirirken, Kierkegaard onu varoluş üzerine getirdi. Hegel gerçekliği ussal dizgede saptamışken, Kierkegaard paradoksta saptadı. O evrenseli ararken, öteki bireyseli ya da tikeli aradı. O mantıkta karşısavların bir uzlaşmalarını görür ve kesintisiz bir mantık (Hegelci eytişim) formüle ederken, öteki onu sıçrama ya da mantıksal boşluk (nitel eytişim) ile değiştirdi. ‘Ya—Ya da’ Kierkegaard’ın Hegelci bireşime ya da karşıtların birliğine yanıtıydı. Hegel gerçeği Saltıkta ve nesnellikte bulurken, Kierkegaard onu göreli ve öznel olanda buldu. Hegel zorunluğu vurguladı, Kierkegaard özgürlüğü. Kierkegaard’ın Hegelci kavramların yerine geçen öteki kavramları şunlardı: anımsama yerine yineleme, açıklık yerine gizlenme, edimsellik yerine olanak, doğrudan iletişim yerine dolaylı iletişim (Sokratik maiuetik, ebelik), Tanrının içkinliği yerine Tanrının aşkınlığı ve dolaysızlık yerine dolaylılık (ya da yansıma).

Ya—Ya Da. Bir Yaşam Fragmanı: Birinci Bölüm, A’nın Denemelerini Kapsıyor.
A (Genç Adam), yayıma hazırlayan Victor Eremita 1843.

Enten-Eller. Et Livs-Fragment: Første Deel, indeholdende A.'s Papirer

Analitik Ya—Ya Da bir burjuva profesör olarak görülen Hegel’in Diyalektik Hem—Hem De’sine karşılık olarak yazıldı.

Kierkegaard için Varoluşsal bir dizge olanaksızdır, çünkü bir dizge sonsallığı, tamamlanmışlığı imler; varoluş süreklidir, hiçbir zaman tamamlanmış değildir. Varoluş sona erdiği zaman, o zaman belki de bir dizge formüle edilebilir. Böylece varoluşun sürekliliğine karşın kendi Saltık Dizgesini formüle eden Hegel gülünç bir önergeyi savunmuş oldu. Yalnızca Tanrının bir dizgesi olabilir, çünkü yalnızca Tanrının gözlerinde olgusallık bir dizgedir. Varolan birey için herşey bir oluş durumundadır, hiçbir zaman bitmiş bir durumda değil. ‘‘Varoluşsal bir dizge formüle edilemez. ... Varoluşun kendisi bir dizgedir—Tanrı için; ama bu dizge herhangi bir varolan tin için olamaz. Dizge ve sonsallık birbirlerine karşılık düşerler, ama varoluş tam olarak sonsallığın karşıtıdır.’’ Felsefi dizgelerin yazarları varoluş üzerine nesnel olarak yazmak için kendilerini varoluştan çıkaramazlar; yalnızca Tanrı varoluşu aşar.

Felsefi dizgeler varoluşu bozarlar. Hegel’in kamutanrıcı dizgelerin tipik öğesi olan İdeası düşünceyi Varlık ile birleştirirken, Varoluşçuluk onları ayırır. İdealizm ve Varoluşçuluk arasındaki temel ayrım budur. Hegelci düşünmeye gömülmüşken, Varoluşçuluğun varolan öznesi kendini etkin olarak yaşamaya vermiştir; biri kuramlar yapar ve düşünürken, öteki varolmakta ve davranmaktadır. Hegelci dizgenin ironisi bizi bir düşünür olmaksızın bir düşünce ile, ya da bir birey olmaksızın bir kalabalık ile bırakmasıdır. Arı insanlık bir soyutlamadır. Hegelci dizgenin nesnelliği varolan özneyi yitirmiştir.

Kierkegaard için gerçeklik öznelliktir, ve öznel gerçeklik ise içe-doğruluk. Gerçeklik yalnızca bir olgu bildirimi, nesnesine karşılık düşen bir düşünce, ya da bizim iye olduğumuz birşey değildir; tersine, gerçeklik bireyin üzerine davrandığı şeydir, bir varoluş yoludur; birey onu vareder ve onu yaşar. Birey gerçekliktir.

Gerçeklik öznelliktir; öznelliğin en yüksek anlatımı tutkudur. Varoluşsal olarak düşünmek içe-doğru tutku ile düşünmektir. Nesnellik ne söylendiğini vurgular, ama öznellik nasıl söylendiğini. İçe-doğru ‘nasıl’ tutkudur; karar yalnızca öznellikte bulunur. Öznellik gerçekliktir; gerçeklik ‘‘en tutkulu içe-doğruluğu edinme sürecinde sıkı sıkıya sarılınan nesnel bir pekinlik-yoksunluğu’’ olarak tanımlanır. Pekinliksizlik endişe yaratır ve bu ise bir inanç davranışıyla yatıştırılır. Önceki gerçeklik tanımı inancın bir tanımı olarak da hizmet eder. Risk, seçim, tutku ve içsellik olmaksızın hiçbir inanç yoktur; ne de onlarsız gerçeklik vardır. Pekinliksizlik her zaman öznelliğe eşlik eder, inanç sıçrayışı için çağrıda bulunur.

Nesnel olarak, gerçeklik aşkın bir Tanrı için olması dışında her zaman bir paradokstur. İnsan için, nesnel gerçeklik hiçbir zaman pekin değildir, ve pekinliksizliği tutkulu içe-doğruluk biçiminde görünür—endişe yaratan pekinliksizlik gerçeklik tutkusu tarafından, e.d. içe-doğruluk ya da inanç tarafından yerinden atılır. Varolan birey ne zaman bengi nesnel gerçeklik ile yüz yüze gelse, bu paradoksal görünür. Varolan birey için öznellik gerçekliktir, ve o denli de olgusallıktır. Düşünce varoluştan soyutlanır çünkü varoluş düşünülemez (yaşanmalıdır) ve çünkü tikel düşünülemez (yalnızca evrensel düşünülebilir). Bu noktada Tanrı ve insan arasındaki ayrım görülebilir. ‘‘Tanrı yarattığını düşünmez; Tanrı varolmaz, O bengidir. İnsan düşünür ve vardır, ve varoluş düşünce ve varlığı ayırır.’’

Kierkegaard’ın başlıca çalışmaları (Ya—Ya da’ya ek olarak) şunlardır: Felsefi Parçalar (1844) ve Bir Vargı Olarak Bilimsel-Olmayan Son Not (1846).

[SAHAKIAN: FELSEFE TARİHİ: 22. VAROLUŞÇULUK: SÖREN KIERKEGAARD]
Çeviren Aziz Yardımlı • (C) İDEA YAYINEVİ 1989-1996


2
Kierkegaard
Herbert Marcuse

İnsanın özünü kim ve ne gerçekleştirecektir? Felsefeyi kim olgusallaştıracaktır? Bu sorulara değişik yanıtlar Hegel-sonrası felsefenin eğilimlerini oluştururlar. İki genel tip ayırdedilebilir. Feuerbach ve Kierkagaard tarafından temsil edilen birincisi yalıtılmış bireye sarılır; Marx tarafından temsil edilen ikincisi toplumsal emek sürecinde bireyin kökenlerine işler ve bu sürecin insanın kurtuluşuna nasıl temel olduğunu gösterir.

Hegel bireyin en dolu varoluşunun toplumsal yaşamında tamamlandığını tanıtlamıştı. Eytişimsel yöntemin eleştirel kullanımı bireysel özgürlüğün özgür bir toplumu öngerektirdiğini, ve dolayısıyla bireyin gerçek kurtuluşunun toplumun kurtuluşunu öngerektirdiğini ortaya serme eğilimindeydi. Buna göre, salt birey üzerine saplantı Hegel’in kendisinin de bir yana attığı gibi, soyut bir yaklaşımın benimsenişine varacaktı. Feuerbach’ın özdekçiliği ve Kierkegaard’ın varoluşçuluğu, gerçi kökleri derinde bir toplumsal kuramın pek çok özelliğini somutlaştırıyor olsalar da, soruna yönelik erken felsefi ve dinsel yaklaşımların ötesine geçemezler. Öte yandan, Marxist kuram bir eleştirel toplum kuramı olarak yoğunlaşır ve geleneksel formülasyon ve eğilimlerden kopar.

[Kierkegaard 1840’ta o sıralar 18 yaşında olan Regine Olsen (1822-1904) ile nişanlandı. Regina Kopenhag'da varlıklı bir ailenin kızıydı. Kierkegaard kısa bir süre sonra büyük bir yanlışlık yaptığını düşünmeye başladı ve ertesi yıl nişanı bozdu. Bunun nedenlerinden biri çöküntülü kişiliğiyle ilişkiyi sürdüremeyeceği kanısında olması, bir ikincisi ise sağlıklı olmadığı için çok fazla yaşamayacağına inanmasıydı. Ayrıca babasının Tanrıya ilenç okumasından ötürü ailenin başının dertte olduğuna da inanıyordu. Annesi ve kızkardeşleri yakın aralarla ölmüşlerdi.

Normal insan ilişkileri yürütmede başarısızlık irrasyonalistler durumunda aşağı yukarı bir kuraldır: Nietszcshe, Schopenhauer, Kant, Hume, Wittgenstein, Foucault, vb. ]

Kierkegaard’ın ‘felsefenin olumsuzlanmasını’ bireyci yorumu kaçınılmaz olarak Batı ussalcılığına yönelik sert bir karşıtçılık geliştirdi. Ussalcılık, gösterdiğimiz gibi, usun düşünen ‘ben’de ve nesnel tinde yerleşmesi ile, özsel olarak evrenselci idi. Gerçeklik ya bireysel yaşam durumlarının dokunamadıkları evrensel ‘arı us’a, ya da bireylerin acılarına ve ölümlerine karşın serpilebilen evrensel tine yerleştirildi. Her iki durumda da insanın özdeksel mutluluğu terkedildi—hem usun içedönmesi yoluyla, hem de dolaysız bulunuşu içindeki dünya ile zamanından önce eşitlenmesi yoluyla.

Bireyciler ussalcı felsefenin insanın edimsel gereksinim ve özlemleriyle ilgilenmediğini ileri sürdüler. Gerçi kendisi onun gerçek çıkarlarına karşılık verdiğini öne sürmüş olsa da, onun en yalın mutluluk arayışına bile yanıt verebilmiş değildi. Sürekli olarak vermesi gereken somut kararlarında ona yardım edemiyordu. Eğer, ussalcıların ileri sürdükleri gibi, bireyin (ki hiçbir zaman bir evrensele indirgenemezdi) olgusal benzersiz varoluşu felsefenin birincil konusu değilse, ve gerçeklik bu benzersiz varoluşta bulunamıyor ve onunla ilişkilendirilemiyorsa, tüm felsefi çabalar gereksiz, ve giderek tehlikeli idiler. Çünkü insanı içinde gerçeği aradığı ve ona gereksindiği biricik alandan saptırmaya hizmet ediyorlardı. Böylece gerçek felsefe için ancak tek bir ilke geçerli olabilirdi—onun bireyi kurtarma sığası.

Kierkegaard’a göre, birey bilen değil ama yalnızca ‘törel olarak varolan öznellik’tir. Onun için önemli olan biricik sorun kendi ‘törel varoluşu’dur.2 Gerçeklik bilgide yatmaz, çünkü duyu-algısı ve tarihsel bilgi salt birer yanılsamadır, ve ‘arı’ düşünce bir ‘imge’den başka birşey değildir. Bilgi yalnızca olanaklı olanla ilgilenir ve herhangi birşeyi olgusal kılmaya ya da giderek olgusallığı kavramaya yeteneksizdir. Gerçeklik yalnızca eylemde yatar ve yalnızca eylem yoluya yaşanabilir. Bireyin kendi varoluşu edimsel olarak kavranabilecek biricik olgusallıktır, ve varolan bireyin kendisi bu kavramanın biricik öznesi ya da edimleyicisidir. Onun varoluşu düşünen bir varoluştur, ama düşüncesi bireysel yaşantısı yoluyla belirlenir, öyle ki tüm sorunları bireysel etkinliği içinde doğar ve çözümlenirler.

Her birey, kendi en iç bireyselliğinde, tüm başkalarından yalıtılmıştır;3 özsel olarak benzersizdir. Onun egemenlik alanını sorgulayabilecek hiçbir birlik, hiçbir topluluk, hiçbir ‘evrensellik’ yoktur. Gerçeklik sonsuza dek onun kendi kararının (Entscheidung) sonucudur ve ancak bu karardan kaynaklanan özgür edimlerde olgusallaşabilir. Bireye açık biricik karar sonsuz esenlik ile sonsuz ilenç arasındaki karardır.

[Kierkegaard’ın annesi gibi babası da Jutland kökenli idi. Babası Michael Pedersen Kierkegaard çocukluğunda bir çobandı. Bir gün çektiği sıkıntılar yüzünden Tanrıya ilenç okuduğu söylenir. 12 yaşına geldiğine Kopenhag’daki amcasının yanına gönderildi. Michael bir iş adamı olarak başarılı oldu. Çorapçılıktan büyük bir varsıllık yarattı ve 1838’de 82 yaşında ölünceye dek gönenç içinde yaşadı.]

 

Kierkegaard’ın bireyciliği en vurgulu saltıkçılığa döner. Salt bir gerçek vardır—İsa’da sonsuz mutluluk; ve salt bir doğru karar—bir Hıristiyan yaşamı sürmek. Kierkegaard’ın çalışması insanlığı ezici bir toplumsal düzenin yokedici etkisinden kurtarmanın enson organonu olarak dini yeniden kurmayı amaçlayan son büyük girişimdir. Felsefesi baştan sona toplumunun güçlü bir eleştirisini imler, onu insan yetilerini çarpıtan ve bozan bir toplum olarak yadsır. Çare Hıristiyanlıkta bulunacaktı, ve insan gizilliklerini somutlaştırma Hıristiyan yaşam yolunda. Kierkegaard böyle bir yaşam yolunun bu toplumda sonu gelmez bir savaşımı ve en sonunda küçük düşmeyi ve yenilgiyi imlediğini, ve yürürlükteki toplumsal biçimler içerisinde bir Hıristiyan varoluşun her zaman bir olanaksızlık olduğunu biliyordu. Kilisenin devletten ayrılması gerekiyordu, çünkü devlete herhangi bir bağımlılık Hıristiyanlığı çiğnemek olacaktı. Tüm kısıtlayıcı güçlerden kurtarılmış olan kilisenin gerçek işlevi yürürlükteki türesizlik ve köleliği suçlamak, ve bireyin en son çıkarını, esenliğini göstermekti.

Esenlik dışsal kurumlar ve yetkeler üzerine dayanamazdı, ne de arı düşünce tarafından elde edilebilirdi. Buna göre, Kierkegaard şimdi gerçeklik içinde bir yaşam kurabilme yükünü somut bireye, Hıristiyanlığın temel kaygısı olan aynı bireye kaydırır. Birey ‘gerçeklik’tir, us ya da insanlık ya da devlet değil—çünkü birey biricik olgusallıktır. ‘Varolan her zaman bir bireydir; soyut olan varolmaz.’4

Kierkegaard dinin kökensel işlevine, onun yoksun ve acı çeken bireye başvurusuna geri döner. Böylece Hıristiyanlığa kavgacı ve devrimci gücünü geri verir. Tanrının ortaya çıkışı yine çürümekte olan bir toplum üzerinde birdenbire araya giriveren tarihsel bir olayın korkutucu görünüşünü üstlenir. Bengilik zamansal bir görünüş üstlenirken, mutluluğun olgusallaşması ise gündelik yaşamın dolaysızca dirimsel bir sorunu olur.

Bununla birlikte, Kierkegaard bundan böyle dinsel bir biçim alamayacak bir içeriğe sarılıyordu. Din felsefenin yazgısını paylaşmaya mahkumdu. İnsanlığın esenliği bundan böyle dinginlik noktasına inanç alanında ulaşamazdı, özellikle dinin devrimci özünü toplumsal kurtuluş için somut bir savaşıma süren ilerleyen tarihsel güçler devimde oldukları için. Bu koşullar altında dinsel başkaldırı zayıf ve etkisizdi, ve dinsel bireycilik giderek kurtarmak için yola çıktığı bireye karşı da dönebilirdi. Eğer bireyin iç dünyasına bırakılacak olursa, ‘gerçeklik’ ait olduğu toplumsal ve politik burgaçtan ayrılır.

Kierkegaard’ın soyut düşünce üzerine saldırısı onu insanın özsel eşitliğini ve değerini destekleyen belli evrensel kavramlara saldırmaya götürdü. İnsanlığı (reine Menscheit) bir ‘olumsuzluk’ olarak, bireyin salt bir soyutlanışı ve tüm varoluşsal değerlerin bir düzleştirilmesi olarak görür.5 İçinde Hegel’in gerçekliğin tamamlanışını gördüğü usun ‘bütünlüğü’ de ancak bir ‘soyutlama’dır.6 Felsefenin bireyin eşsizliği üzerinde bu odaklaşmasının salt felsefi bir sorun olmaktan ne denli uzak olduğunu ve onun toplumsal ve politik yalıtılmasını ne ölçüde gerektirdiğini görmenin en iyi yolu Kierkegaard’ın toplumcu devime karşı tutumunu irdelemektir. Hiç kuşku yoktur ki, der, ‘toplumculuk ve ortaklık (Gemeinschaft) düşüncesi bu çağı kurtaramaz.’7 Toplumculuk ‘tüm örgensel, somut ayrımlaşmaları ve ayrımları gidermek’ için herkesi eşitleyerek bireyi alçaltmaya yönelik birçok girişim arasında yalnızca biridir.8 Yüksek değerlere iye olan ve bunları örneklendiren azınlığa karşı çoğunluğun payına bir öfkenin işlevidir; toplumculuk böylece olağanüstü bireylere karşı genel ayaklanmanın parçasıdır.

* * *

Evrenseller üzerine karşı-ussalcı saldırı Avrupa düşüncesinin sonraki gelişiminde giderek artan bir önem kazanır. Evrensel us üzerine yüklenme kolayca bu evrenselin olumlu toplumsal imlemleri üzerine bir saldırıya dönüştü. Daha önce belirtmiştik ki us kavramı insanların özsel eşitlikleri, yasa egemenliği, devlette ve toplumda ussallık ölçünü gibi ileri düşüncelerle bağıntılıydı, ve Batı ussalcılığı böylece kesin bir biçimde liberalist toplumun temel kurumlarıyla bağlandı. İdeolojik alanda, bu liberalizme karşı savaşım ussalcılık üzerine saldırıyla başladı. ‘Varoluşçuluk’ denilen konum bu saldırıda önemli bir rol oynadı. İlkin, evrenselin değer ve olgusallığını yadsıdı. Bu ise devlet ve toplum için evrensel olarak geçerli tüm ussal ölçünlerin bir yadsınışına götürdü. Daha sonra, hiçbir bağın bireyleri, devletleri, ulusları bir insanlık bütünü içerisine birleştirmediği, ve her birinin tikel varoluş koşullarının usun genel yargısına bağlı kılınamayacağı ileri sürüldü. Yasaların usun taşıyıcısı olan insanın herhangi bir evrensel niteliği üzerine dayanmadıkları savunuldu; tersine, yaşamlarını varoluşsal gereklerine göre düzenledikleri bireysel insanların gereksinimlerini anlatıyorlardı. Usun bu alçaltılması belli tikelliklerin (ırk ya da halk gibi) en yüksek değerler düzeyine yüceltilmesini olanaklı kıldı.

Notlar
2Kierkegaard, Abschliessende unwissenschafthliche Nachschrift: Werke’de, yay.haz. Schrempf, Bd. VII, Jena, 1925, s. 15.
3S. 21.
4S. 28.
5Zur Kritik der Gegenwart, Innsbruck 1922, s. 34.
6S. 42.
7S. 61.
8S. 64.

[HERBERT MARCUSE: US VE DEVRİM: ANABÖLÜM İKİ: TOPLUMSAL KURAMIN DOĞUŞU: BÖLÜM I. EYTİŞİMSEL TOPLUM KURAMININ TEMELLERİ: 2. KIERKEGAARD]
Çeviren Aziz Yardımlı • (C) İDEA YAYINEVİ 1989-2000

 
İdea Yayınevi / 2014